Tükenmişliğinin yasını tutarken köşesinde, dünyaya ilk adım attığı günden bu yana yaşadıkları ve tükettikleriyle başbaşa derin bir puslu savaşın ortasında bulacaktı kendisini... Dostları, ailesi, en yakın arkadaşları, kariyeri ve kendisi dahil herşeyden uzak, herşeye yaban bir hikayenin kahramanı olmayı seçmiş olamazdı kendisi için ama yaşananların onu taşıdığı nokta da ortadaydı işte: Yalnızlık...
Koca şehrin insanın ruhunu içen, beynini kemiren karanlık girdabından son nefes kaçtığı tükenmişliğinin bu son limanı olan sahil kasabasında kanındaki o dehşet virüsle yaşayacaktı bundan böyle... Beynini, ruhunu ve benliğini içen büyük şehrin girdabından kaçmıştı güya... Ama şimdi kendi karanlık girdabında aydınlığa kulaç atmak için derman toplayamazsa boğulması işten değildi...
Acılarını soyundu önce ve özenle rafa kaldırdı... Sonra ihaneti soyundu, arzularını ve özlemi sonra... Çırılçıplak kalana değin benliğinin tüm ücralarını bir karış yer kalmayacak denli boşalttığına emin olduktan sonra en aziz dostunu karşısına aldı ve karşılıklı olarak oturup tükettiklerinin, ezdiklerinin, bozduklarının ve hayat kitabına yazdıklarının tahliline durdular...
Yüreğini yokladı aniden...
Orada birşeyler kalabilmiş olabilir miydi?
Sonra yüreğindekileri de soyundu; aşkını, özlemi, nefretlerini, istek ve beklentilerini birer kirli çamaşır gibi tepti bellek temizleme makinasının dev haznesine... Sonra tekrar oturdu yerine ve dağınık saçlarını parmaklarıyla tarayarak uzak bir hayale daldı bir kaç dakika... Yorgunluğu yüzündeki çile çizgilerini daha bir belirginleştirmişti ve göz altlarında sanki dünya toplanmış gibi ağırlaşmıştı... Yorgundu...
Ruhundaki depremleri dindiremiyordu, beynindeki isyanı da keza...
Soyunduğu herşey tıkıldıkları yerden üstüne üstüne geliyor ve içinde bulunduğu oda üzerine kapanıyordu... Nefes alamıyordu. Son kurbanının o son yalvaran bakışları silinmiyordu bir türlü gözünün ününden; "Yapma" diyen "Bırakma bizi" diye haykıran hıçkırıklar kulaklarında düğümleniyordu hala... Ama ihanet karşılıksız kalamazdı... Sadece kendisine değil ona karşı da sorumluluğunun bir gereğiydi bu infaz ve o tetik düşmeliydi... Düştü de...
"Bu kadar mı kolay?" diyen muhatabının yüzüne dahi bakmadan verdiği donuk cevap aslında kendi soğukluğu içinde binlerce ihtiras barındıran bir volkandı ama patlayamazdı: "Evet, bu kadar..."
Yaşam mücadelesini getirdi gözünün önüne... Kendi tabiriyle kendi yazılmışını bir gözden geçirdi; bahtsızlıkları, beceriksizlikleri, dengesizlikleri, her olaydan sonra yarattığı yeni bir ben savaşları... Hepsini süzdü birer birer... Hata değil neden arıyordu besbelli... Ama herşeyin bir nedeninin olduğu hayatta sanki onun yaşadıklarına neden teşkil edecek bir şey yoktu... Tanrı muhteşem bir sabır vermişti ona ve bu sabır her isyanı bastıracak kadar güçlü bir silahtı... Ancak o son ihanetin karşısında o silahta susmuştu ve isyan ruhu sarmış, bedeb şehri terketmişti... Yalnızdı... Kimsesiz, bir başına ve kendinden bile uzak...
Nasıl olurdu da bir insan en sevdiğinden vazgeçebilirdi?
Nasıl olurdu bir insanın en güvenli limanı sevdiğinin koynuyken yabana teslim ederdi benliğini?
Affedemediği, hazmedemediği sadece bu değildi elbette...
Nasıl olurdu da bir insan bir şey için herşeyden tek kalemde vazgeçerdi?
Bütün rafları teker teker karıştırdı... Geri dönüş için minik bir not, bir pusula, bir küçük davet izi, işaret aradı durdu başlangıçta... Ondan da vazgeçti sonra... Bir sabah odasına sızan yeni bir günün ışığında gerçek tüm çıplaklığı ve masumiyeti ile çırılçıplak karşısındaydı; gözlerine inanamıyordu... Dönmüştü... Kendindeydi ve yalnızdı... İhanetin koynundan benliğinin sakin koyuna dönmüştü... Soyundu bir bir üstündekileri... Yaşamı, insanları, soyut somut bütün varları yoklarla değiştirip ruhunu deli bir tay gibi özgür bıraktı o sabah...
Eski pazar sabahlarını anımsadı içi acıyarak... O kahvaltıları, şen şakrak mutluluk damlayan o güzide anları yudumladı gözlerini hafiften kısarak... İçi acıyordu evet... Acılarını soyunmuş ve rafa kaldırmış olduğu halde herşeyi içi acıyordu hala ve bu acının dineceği de yoktu... Sarsıntılar sürüyor, ruhunun depremleri dinmek bilmiyordu...
Yaşam; kendi finalini kendi belirleyen karanlık bir senaryoydu artık onun için de... Tıpkı diğer milyarlarca hemtürü gibi... Ayrılıklar da bu senaryonun bir gereği, bitişin gerçeğiydi... İnsan ise o role bürünmüş bir meta... Tanrı kader diye çizdiği doğrultuda insanı yaşamıyla başbaşa bırakarak bu oyunu köşesinden ilgi ve büyük bir dikkatle izliyordu... O yüzden insan her devirde kendine Tanrılar icat etti... Güce, güzelliğe, fiziki ihtişama bilendi ruhlar... Ve her ruh kendi Tanrısını buldu, yarattı... Güzellikti Tanrı, hoşluktu, mutluluktu bazen, bazen sarhoşluk... Ama Tanrılar hep vardı... Ruhlar da...
İnsan hep acının, karanlık girdapların oyuncağı oldu...
Koca koca şehirler, kan ve irin ve umutsuzluk dolu koca koca memelerini tıkıp insanların ağzına boğana kadar ruhları kirletti durdu... Onun kaçışı bundandı... Ama hayat burada da akan bir gerçekti ve karanlık senaryonun gereği ve gerçeğinden kaçılamıyordu... Susuyordu...
İhanet arsızı ruhlar en ağır mağlubiyetlerle tokatlarken seven yürekleri ortaya muhteşem aşk infazları çıktı... Ölen öldü... Kalan sağlar yeni ihanetlere, yeni infazlara kulaç atmaya soyundu... Ruhlar mağlup, Tanrılar mutluydu...
İlelebed...